Kadıköy’den dünyaya uzanan bir heykeltıraş; İskender Giray

Yazar: Deniz İhsan Taşdelen

“Ekmekçi Berkin’i Arıyor”, “Ayrışma”, “Ağaca Ağıt” ve “Ağaca Sevinç” eserleriyle tanınan heykeltıraş İskender Giray ile Moda’daki atölyesinde toplumun sanata bakışını, sokak sanatını ve Kadıköy’ü konuştuk.

“Yedi milyar insanın yaşadığı dünyada çok fazla dinamik var. Hiçbir konuda, bunu da böyle düzeltelim diye bir şey yapamayız. Sadece bir damla atabiliyoruz. O damlalar da yıllar içerisinde birikip, olumlu bir harekete dönüşebilir. Bir tane damla da ben atayım diyorum” diyen Kadıköy sevdalısı Giray, Kadıköy Life Dergisi’ne içini döktü…

iskender giray

Öncelikle, isterseniz kısaca kendinizden bahsedin. Nerede doğup büyüdünüz, heykel ile tanışmanız nasıl oldu?

Ankara’da doğdum aslında ama nüfus kâğıdımda Mucur yazar. Bu bir Türkiye gerçeği… Babam memurmuş, Ankara’da doğmuşum. Doğumevinden çıktıktan sonra apar topar Kırşehir Mucur’a gelmişiz babam orada görevli olduğu için. Dolayısıyla kimliğim orada çıkmış. Doğum yerim de Mucur yazılmış.

Yine baba mesleği dolayısıyla Türkiye’yi gezerek büyüdüm. İstanbul hep ikinci adresimizdi. Çünkü babamın ailesi İstanbul’da yaşıyordu. Anadolu-İstanbul arası böyle bir sentez içinde büyüdüm. Lise dönemimi İstanbul’da okudum. Sonra üniversite İstanbul’da. Türkiye gerçeği gereği sanat okumak gibi bir şey yoktu kafamda. Öyle bir alternatifim olduğunu bile bilmiyordum. Sekiz yaşımda garip bir hikâyeyle resimle tanıştım. Resmi hep çok sevdim. Babam, hukuk okurken marangozluk yapmış. Büyükbabam marangozdu, amcam marangozdu. Dolayısıyla ilk talaşı onların atölyelerinde yuttuğum için, hep böyle elimle üretmeyi sevdim.

Her türlü zanaati sevdim açıkçası. Bu işlerle uğraşmazken de hep elimin altında takım olurdu ve her boş vaktimde bir şeyler yapardım. Hep sanatsal üretimler değil tabi. Robot kolu yapmaya çalıştım, odam için alarm sistemi yaptım mesela. Sonra büyüdüm, okul bitti. Telekomünikasyon şirketlerinden birinde işe başladım. Çok mutsuz oldum. Fizik mühendisliği yüksek lisansına devam ediyordum o sırada. Bir yandan MBA’ya devam ediyordum Bilgi Üniversitesi’nde. Takım elbise giyip toplantılara gidiyordum. Ama aynaya baktığımda kendimi tanıyamıyordum. Gerçek bir kimlik bunalımındaydım. Antidepresanlar falan. Sonra bir nokta geldi ve ben artık sanatla uğraşacağım dedim. Hep geç kaldığımı düşünürdüm ama 26 yaş o kadar geç olmasa gerek diyerek başladım. Ama tabi ki bir yere gelmiş değilim, öğrenme devam ediyor. Hayat boyunca da öğreneceğim. Bütün hikâyem bu, özetle…

İskender Giray“Direniş Bisikleti” adlı eseriniz için “Bu bisikleti Gezi Parkı’nda direnenlerin o günleri hatırlaması ve/veya bulunmayanların da orada bulunanlara empati yapması için yaptım” diyorsunuz. Buradan hareketle sanat ile empati arasındaki ilişki nedir?

Güzel soru. Bir ilişki kurmak şart değil bir kere, oradan başlayalım. Ben sanatı bu yönden ele alıyorum sadece. Bu yönden ele almayan çok fazla insan var. Hatta genel olarak artık günümüz sanatçısı galiba bu yönden bakmıyor, sadece istatistik açıdan bakıyor. Bir şair, bana “Yaptıklarının altında ezilmiyor musun” dedi. Malzemenin kendisi güzel aslında… Sadece işin güzelliğiyle ilgileniyorsan, estetik bir şey çıkartman yeterli. Bu da bir görüş, güzel de görüş. İşin sadece estetiğiyle ilgilenen insanlar da olabilir. Benim hayata bakışımda bu yok. Mutlaka sadece güzel olsun diye yaptığım işler var.

Şimdi şöyle, üretme isteği aslında insanın içindeki duyguyla alakalı bir şey. Bu bir öz tatmin şekli… Bir şekilde duyguyla çalışıyorsun. Gerçekten bu iş, bir duygu kusma işi. İşin negatif kısmındayım ve böyle görüyorum. Böyle gördüğüm için kendime yaşattığım duygu böyle oluyor. Bunu içimdeki hissi anlatmak için yapıyorsam, içimdeki his de böyle bir hikâyeye dayanıyorsa o zaman benim amacım, karşıdaki insana bu konuda empati yaptırmak olabilir. Bunu da bir diyalog aracı olarak görüyorum. Sadece bir duygu değişimi olarak görmüyorum. Bu duygu değişiminin altına bir katma değer koymak istiyorum. Dolayısıyla o yönden bakıyorum. Benim için aradaki bağ budur.

Mesela Contemporary’e bir baykuş yaptım. Bu normal bir kuş değil de, nesli tükenen bir kuş olsa Türkiye’de, bakan adam altını okuduğu zaman “Evet, bu baykuşun da nesli tükeniyor” dese. Bu güzel bir şey… Zaten olay bir şeyi düzeltmek değil. Asla yapamayız. Yedi milyar insanın yaşadığı dünyada çok fazla dinamik var. Hiçbir konuda, bunu da böyle düzeltelim diye bir şey yapamayız. Sadece bir damla atabiliyoruz. O damlalar da yıllar içerisinde birikip olumlu bir harekete dönüşebilir. Bir tane damla da ben atayım diyorum. O da kulaklı baykuş olsun. (Gülüyor)

İskender Giray“Heykelleri toplumlar korur” diyorsunuz. “Ağaca Ağıt” ve daha sonra “Ağaca Sevinç” heykelleriniz ve Kadıköylülerin bu heykellere sahip çıkması… O heykellerle arkadaş olunması ve onu yapan biri olarak ona sözünüzü geçiremeyişiniz. Ne hissettiniz bu durumlar yaşanırken?

Ben gurur duydum. En azından o heykelle insanların arkadaş olmasıyla gurur duydum ve aradan mümkün olduğu kadar çekildim. Her geçişimde birisi o heykelle iletişimde. Özellikle çocukların onunla iletişimi çok hoşuma gidiyor. Hatta bir hikâye var. Bir çocuk annesine heykeli sorduğu zaman ismimi söylemiş annesi, İskender Giray yaptı diye. Haftalar sonra Facebook’tan yazdı hanımefendi. Bakkaldan çıkıyorlarmış ve girişinde ufak bir heykel varmış. “Bunu da mı İskender yaptı” demiş çocuk. Anne de bir an hatırlayamamış, “İskender kim oğlum?” demiş. Bu bizim evde baya bir şaka konusu oldu. Ve evet, heykeli toplum korur. Bu, dediğimiz yönde bir katma değerdir. Kadıköylünün böyle bir eğitime ihtiyacı yok zaten. Korudular heykeli. Ama şurası önemli; diğerleri de korunabildiğini gördü. Bu güzel bir şey… Buranın dışında olur muydu? Çok da zannetmiyorum.

Günümüzde Mehmet Aksoy’un “İnsanlık Anıtı Heykeli” kaldırıldı, İzmir’de metroda bir heykele saldırıldı. Sizin heykelleriniz; Berkin Elvan için olsun, Ağaca Ağıt olsun, ya saldırıya uğradı ya da çalındı. Bu denli heykellere karşı saldırgan tutumlar neyi gösteriyor? Bir algı mı yaratılmaya çalışılıyor, yoksa var olan bir algının sonucu mu?

Var olan bir algının sonucu. Bu zaten Müslüman toplumlarda olan bir şey. Heykeli put olarak görüyorlar. Ama bu noktada benim söylemek istediğim çok önemli bir şey var. İnsan böyle bir şey düşünürken, inancının gücünü hesaba katmalı. Bir de şeytan var. O beni sürekli dürtüyor. O insanın bilinci, aslında dürten bir şey yok. Senin inancın güçlüyse, karşına put da koysalar sen yine inanmaya devam edersin. Senin inancın güçlüyse, karşına çıplak kadın da koysalar senin abdestin bozulmaz. Bu, inancın zayıflığıyla ilgili bir şeydir. Biz bunu put olarak görmüyoruz. Mitolojik tanrıları işlerken de bunu tanrı olarak koymuyoruz ortaya. Altındaki fikri koyuyoruz.

Adalet Tanrıçası, adalet saraylarının önünde tanrı olduğu için yok; Adalet Tanrıçası, adalet saraylarının önünde, adaletin tüm unsurlarını bir araya getiren bir figür olduğu için var. Karşıdaki insan bu figürü ve bu fikri alsın diye var. Dediğim gibi, buradan yola çıkarak aslında heykelden korkmasının sebebi puttan korkması değil, altındaki fikirden korkması. Pozitif bakmak lâzım bu işe. Bir sorunu çözmenin en önemli yolu ve başlangıç şartı, o sorunu bilmektir. Sen sorunun sürekli üzerini örtersen, bu asla çözümlenemez.  Mesela çıplak bir kadın heykeli bir insanda bu kadar büyük bir etki yaratıyorsa, o zaman o kişi bu durumu kendisinde olumlu olarak bir problem hissedip, bunun üzerine gitmesi lâzım.

İskender GirayHeykelin sanatsal kaygısı burada yatıyor o zaman…

Aynen öyle. Mevcut olan bir güdünün artık çıkmaktan utanmaması diyelim.

Son derece tüketime dayalı bir toplumda yaşıyoruz. Tam da bugün, üretmek hayatın neresinde duruyor?

Zor bir yerinde duruyor. Çünkü ister istemez CNC’lerle, lazer kesimcilerle yarışıyorsun. Şu anda işsiz bir insanlığa doğru ilerliyoruz. Her şeyi makinalar yapmaya başladı. İlerleyen yıllarda belki son kalan heykeltıraşlardan, bu meslek de ölüyor artık diye bir TRT programı izleyebiliriz diye düşünüyorum. Ama ben bir baharata inanıyorum. Bu baharatı somut şekilde göremesek de tadıyoruz. Nedir o baharat, annenin yemeğindeki baharat bu. Restoran yemeğinden farklı… İçine konulan sevgi, klişe tarafıyla… İşte insan eliyle yaratılan her şeyde, olumlu ya da olumsuz bir baharat var. O baharatı kaçıracağız böyle giderse. Buna üzülüyorum.

Genelde heykellerin kilden yapıldığını görüyoruz. Sizin boru ile çalışmanızda özel bir neden var mı?

Öncelikle heykeller, herhangi bir malzemeden yapılabilirler. Sokak işlerinde borunun çıkış noktası şöyle: Eski binaların olduğu bir İstanbul’da yaşıyoruz. Eskiden su, gaz boruları ve giderlerin hepsi demir borulardı. Sonra onları kullanmamaya başladık. Tonlarca demir, evlerin içinde öyle boş boş bekliyor şu anda. Onlardan birinin çıkıp, bu durumlara isyan etmesini istedim. Çünkü sürekli seyrediyorlar. Sanki kafamdaki hayali dünyada onlardan biri var olmuş da, sonra kesip biçip diğerlerini yapmaya başlamış gibi. O yüzden kaynaklarım hep düzensizdir. Sanki böyle apar topar birbirlerini yapıyorlarmış gibi bir şey yaşıyorum ben kendi içimde. O yüzden o borulardan girdim.

Tabi şöyle bir avantajı da var: Sokak işi. Heykel pahalı bir şey. Grafiti sanatçılarının sprey boyalara verdiği para nasıl canını acıtıyorsa, benim de bu canımı acıtıyor. Daha pahalı bir malzeme seçemem. Net, yalın ve mümkün olduğu kadar basit bir şekilde bir şey anlatmaya çalışıyorum. Sokaktan geçen insanın kısa zamanda alıp geçmesini istiyorum. Bu yüzden sokak sanatı diyebiliriz buna. Çünkü sokak müzisyeni seni bir yerden alır, sadece üç dakikalık veya yüz adımlık bir yere götürür. Benim de burada amaçladığım budur ve bu işler sokak işleridir. Korunmak zorunda değillerdir. Gidebilirler, çalınabilirler. Yeter ki vandal bir saldırıya uğramasınlar. Daha önceki röportajlarımda da TedX konuşmamda da söylediğim bir şeydir. Bir süreleri var heykellerin, hayat süreleri. Onu da toplum belirler.

İskender GiraySanatınızın yanı sıra hayvanlarla da gayet güzel bir arkadaşlığınız var. Mümkün oldukça onlara yardımcı olmaya çalışıyorsunuz. Bununla ilgili söylemek istediğiniz bir şey var mı?

“Tarçın” ile ilgili birkaç şey söylemek istiyorum. Tarçının ölümü, daha doğrusu ölüm şekli, hayvan hakları konusunda ülkemizdeki eksiği tekrar yüzümüze çarptı. Hala hayvan zehirlemelerinin olduğu, köpek dövüşlerinin yapıldığı, para karşılığı nesli tehlikede hayvanların avına izin verildiği ülkemizde, hayvana yapılan her türlü şiddet ve tecavüz cezasız kalıyor. Dolayısıyla Tarçın vasıtasıyla, öncelikli olarak bu eksiği vurgulamak istedik. Ama Tarçın heykeli, biraz yılan hikayesine döndü. Bu heykel, ilk önce Modalı hayvanseverler tarafından istendi. Ufak bir miktar da para toplanmış. Sadece heykelin kalıp aşamasındaki malzemeye yetecek bir miktar. Heykelin bronz olmasını istedik. Dolayısıyla döküm kalıp ve modelleme olmak üzere ben dahil üç atölyeye gitti. Bronz da pahalı ve uzun bir süreç. Her atölye, işi gönüllü yaptığından canını en az acıtacak şekilde yaptı. Yani iş aralarında veya boş vakitlerde çalıştı. Bu yüzden de uzun sürdü. Tam sonuca yaklaşmıştık ki döküm atölyesinde teknik bir problem yaşandı ve modelimiz kalıptan parçalanmış halde çıktı. Bu son iki aşamanın tekrarlanması demek oluyor maalesef. Benim kontrolümde olmayan bir süreç, zira ben atölyemde henüz döküm yapamıyorum. Alanım yetmiyor. Ben tekrar mum halini hazırladım ve tekrar döküme gidecek. Umarım ki yine bir talihsizlik yaşamazsak bitireceğiz.

Bu aşamada ben işin bütçelendirilip hızlandırılması için Kadıköy Belediyesi’ne bir başvuru yaptım. Fakat projeyi biraz geliştirerek ve boyutunu biraz da büyüterek bir dosya hazırladım. Tasarımım anamorfik unsurlar barındıran, farklı bir heykel projesi oldu. Aynı zamanda kuşlar için kuş havuzları içeren heykel, sokak hayvanları için de taze su noktası olarak tasarlandı. Her 15 dakikada bir suyunu tazeleyecek bir sistem. Antik Mısır mitolojisinden unsurlar barındıran bir heykel. Zira Tarçın, o noktada hep bir “Sfenks” edasıyla yatardı. Diğer taraftan da antik çağda hemen her coğrafyada karşılaştığımız, hayvanların kutsallaştırılmasından günümüze geldiği nokta arasındaki tezatı vurgulamak istedim. İnsanlık bu konuda bir türlü orta noktayı bulamamış zira. Önce kutsallaştırılmış, şimdi de soyları tükenene kadar avlayıp, yaşam alanı bırakmayıp, tecavüz edip, yemek için çiftliklerde haraketsiz yetiştiriliyorlar. Böyle umursamaz bir düzenin karşısında tek bir sokak köpeği için yapılan bu heykel, tüm hayvanseverler adına da bu düzene dik bir çıkış olacaktı. Hayvansever yönüyle de öne çıkan semtimize yakışır bir heykel olacağını düşündük, fakat çeşitli gerekçelerle bütçemiz onaylanmadı. Tasarımı yapmak aylarımı aldığı için de bir gecikme kaynağı oldu. Sonuçta yine mevcut halini bize gösterilecek yere en kısa sürede koyacağız.

Ve son olarak Kadıköy… Kadıköy sanatınız için, sizin için ne anlam ifade ediyor?

Kadıköy’ü çok seviyorum. Artık İstanbul’da kurtarılmış bölge gibi. Özgürce yaşanabilen nadir alanlardan bir yer haline geldi. Bu yönüyle de çok seviyorum. En çok sevdiğim tarafı, işimin anlaşılması. Çünkü dediğim gibi bir diyalog arayışındayım. Sokağa çıkıp üç beş kişiyle konuşmaya başladığım zaman heykel anlamında, bunlardan dört tanesi bana cevap veriyor. Bu beni çok mutlu ediyor. Aynı dilden konuşabildiğim insanlarla beraber yaşamak çok hoşuma gidiyor.

Ben seneler önce Nişantaşı’ndan geldim. Burası hakkında en büyük aşk yaşadığım unsurlardan biri, insanların sabahleyin birbirine günaydın demesiydi. Kavga gürültü olmamasıydı. Geldim, ilk iki üç yılda duyduğum tek kavga -bu arada Moda’dan bahsediyorum- iki tane yaşlı amcanın Migros’un içindeki siyaset kavgasıydı. Aynı zamanda sabahları yürüyüşe çıktığım zaman o tarihi yarımadayı görmek beni çok mutlu ediyor. Bütün bu yönleri birleştirdiğimiz zaman Kadıköy, yaşamak istediğim bir yer. İstanbul’un içinde olmasa daha iyi olacağım. Kadıköy’ü bir köy olarak Kaz Dağları’nın içine koymak isterdim.

k iletişim yayınları

Beğenebileceğiniz Diğer Haberler

Bir yorum bırakın