Sunay Akın: Kadıköy’de hafızalarımız siliniyor!

Yazar: Reha Kadak

Toplum olarak ortak değerlerimiz olan sanatçılarımız, yazarlarımız vardır. Bu kişiler, toplumun tüm kesimleri tarafından aynı derecede sevilir, saygı duyulur. Barış Manço, Kemal Sunal gibi isimler, bu değerlerimizin en başında gelir. Bunlardan biri de Sunay Akın’dır. Akın; sanat, kent kültürü, yazın, müzecilik adına bize yıllardır bıkmadan usanmadan anlattı durdu. Biz onun sayesinde birçok önemli bilgeye, değere ulaştık. Bir şiirinde “En çok denizden alacaklıyım” dediği gibi, biz de en çok kendisinden alacaklıyız. Sunay Akın ile Salacak’tan Kadıköy’e, müzecilikten yerel yönetim planlamalarına kadar uzun uzun konuştuk.

Sunay Ağabey, Trabzon’da doğdunuz ama Salacak’ta büyüdünüz. Bize eski Salacak’a dair neler anlatabilirsiniz?

Benim Salacak’la ilk tanışmam, Trabzon’da bir berber salonunda oldu. Babam beni traş olmaya götürmüştü. O an o salonda, 60’lu yıllarda Hayat Mecmuası sayfalarından koparılıp asılmış bir resim vardı duvarda. Sanırım o resim, Hikmet Onat’a ait “Salacak Kıyısı” tablosuydu. Resimde sahilyolu yoktu, Kız Kulesi görünüyordu ve yosunlarla kayaların bir araya geldiği bir kare resmedilmişti. Salacak’la ilk kez orada karşılaştım. Trabzon’dan İstanbul’a geldiğimizde de Beyazıt’ta bir otelde kalıyorduk. Babamın Salacak’ta bir kuzeni vardı, bir akşam onlara yemeğe gittik. İşte Salacak’ı ilk orada canlı canlı gördüm, altı yaşındaydım. On yaşında İstanbul’a göçtüğümüzde çocukluğumun ilk dönemi Salacak’ta geçti. O sokaklarda oynadım, o sokaklarda büyüdüm, Salacak kıyılarında midye çıkardım, kıyıdan Kız Kulesi’ne yüzdüm. Bir kere İstanbul, işte o zaman tam olarak bir “deniz” ve “yaz” kentiydi. Kimse tatillere gitmezdi. Asıl tatil ve deniz keyfi, o zamanların İstanbul’unun kıyılarında yapılırdı. Salacak da o yaz ve deniz kıyılarından biriydi. Hayatımın tüm güzel anları, o zamanın Salacak kıyılarında geçen anlardı. Bir de tabi ki unutmamak gerekir, Salacak’ı Tekin Aral’ın öykülerinden de okuduk ve sevdik. Bu güzel öyküleri okuyup, Salacak kıyılarında canlandırırdık tiyatro gibi. O replikleri söyler, o karakterler gibi rol keserdik. Salacak, bizim büyük bir oyun alanımızdı. Evleri ve sokaklarıyla ruhu olan bir semtti.

Sunay Akın

İstanbul’da insanlar “İstanbulluyum” dedikleri anda, hemen kendilerine “Tamam da köklerin nereleri?” benzeri sorular sorulur. Sizinle geçmiş zamandaki bir konuşmamızda İstanbullu olabilme halinden bahsetmiştiniz. Trabzon’da doğdunuz ama “İstanbulluyum” dersiniz hep. İstanbullu olmak nedir?

Evet, ben İstanbulluyum. Bir kere şunun altını bir çizelim; “İnsan yaşadığı kente aittir.” Bir insan bir kentte doğup, başka bir kentte hayatını idame ettiriyorsa, yaşıyorsa, o kentin kültürel zenginliklerini, yaşam tarzını, değerlerini ve doğasını içselleştirmeli ve de korumalıdır. Ben İstanbul’da görüyorum da “Erzincanlılar Derneği”, “Malatyalılar Derneği”, “Trabzonlular Derneği”, falanca köyü güzelleştirme dernekleri, filanca köyü kalkındırma dernekleri, lokalleri… Tamam bir şey demiyorum ama önce bir İstanbullu olalım! Yani İstanbul’da doğup ya da yıllardır yaşayıp, İstanbul’un içinde Anadolu’nun bir kentini ya da köyünü dört duvar arasında yirmi dört saat korumaya, konuşmaya hiç ama hiç gerek yok. İstanbullu olmak gerekir önce. Çünkü içinde yaşadığımız, doyduğumuz İstanbul kentinin doğası, kültürü, mimarisi gün be gün kayboluyorken, İstanbul’a sahip çıkmadan, İstanbul’un mücadelesine katılmadan İstanbul’da başka bir kenti ve köyü konuşmak, İstanbul’a yapılan çok büyük bir ihanet gibi geliyor. Resmen hançerliyoruz İstanbul’u. Trabzon bana çok şey kattı. Evet, ben Trabzon doğumluyum ama beni İstanbul var etti. Bu yüzden bana soranlara ya da sormayanlara direkt söylüyorum; “Ben İstanbulluyum.”

Bizlere çok özel bilgileri, tiyatral sunumla anlatıyorsunuz yıllarca. Sayenizde birçok önemli bilgiye ulaşıyoruz. Anlatmaya nasıl ve ne zaman başladınız?

Hemen çocukluğuma dönüyorum. Çocukluğumun ilk yıllarında Trabzon’da evimizin bir terası vardı ve bu teras limana bakardı. Oradan limana gelen gemilere bakardım. Babam da terasta sofra kurar, tüm eş-dost kim varsa çağırırdı. Sohbeti dinlenen bir adamdı. O terasta babam misafirlere saz çalıp, hikayeler anlatırdı. Çünkü babam çok hoş sohbeti olan, espirili bir insandı. Anlatırdı da anlatırdı, herkes dinlerdi. Özellikle çocukluk yıllarındaki mahalle kültürünü anlatırdı. Babamdan etkilendim ilk önce. Ben de bir  mahalle kültürü içinde büyüdüm. O zamanlar semtler, zengin semt-fakir semt diye sınıflara ayrılmazdı. Bir mahallede çok zengin de vardı çok fakir de. Sinemaya gitmek lükstü. Biz de sinemaya madden gücü yetebilen bir aileydik. Cuma günleri sinemaya gider, ertesi gün evin terasına sinemaya gidemeyen arkadaşlarımı toplar, filmi baştan sonra oynayarak anlatırdım. Sanırım bu zamanlarda başladı anlatıcılık.

Hocam, siz Kadıköy bölgemizde çok özel bir müzenin yaratıcısınız. Oyuncak Müzesi fikri ne zaman doğdu?

Benim hayatım kütüphanelerde, sahaflarda ve müzelerde geçti. 1990’lı yılların başında Almanya’nın Nürnberg kentinde bir edebiyat etkinliğine davet edildim. Burada bir oyuncak müzesine denk geldim. Hayatımda gördüğüm ilk oyuncak müzesi orasıydı ve çok etkilenmiştim. O müzede şunu gördüm; “Geleceği var eden, o çocukların hayalleridir.” Çünkü oyuncağın tarihi, düşlerin de tarihidir. Çocuğun önüne oyuncak diye koyduğumuz, aslında insanların geleceği oluyor. Bir ülkenin geleceği politikacıların vaatlerinde değil, çocukların hayallerindedir. Oyuncak bu kadar önemli. Sonra dünyadaki tüm oyuncak müzelerini gezdim ve çok imrendim. Neden benim ülkemde yok diye hayıflandım. Tek kişilik gösterilerimden, kitaplarımdan kazandıklarımla, üzerine ailemden bana kalan köşkü de katarak, İstanbul Oyuncak Müzesi’ni kurdum.

Geçtiğimiz sayılarda Kadıköy bölgesindeki kentsel dönüşümden bahsettik. Bölgemizde yeni binalar yükselirken, medeniyetimizde küçülme oldu. Oyuncak Müzesi binası da sizin yeniden yaşattığınız bir eser. Bölgenin bu durumunu nasıl görüyorsunuz?

En önemli şey “hafıza”dır. Hafızamız siliniyor! Ben kırk yıllık bir Göztepeli olarak Alzheimer hastalığına yakalandığımızı düşüyorum. Alzheimer’ız maalesef! Neden? Çünkü bir sokağa giriyorum; hatıralarımın geçtiği, eski komşularımızın olduğu, geçerken balkon birbirimize selam verdiğimiz binaların hiçbiri yok artık. Başka bir semte büründük. Bunun adı Alzheimer. Bu büyük bir hastalık. Kentsel dönüşüm bu değildir. Kentsel dönüşüm nasıl olur anlatayım: İstanbul-Bağdat tren hattının en önemli başlangıç noktaları Kadıköy’den geçer. Bugün bu tarihi tren yolu korkunç bir şekilde, yıllardır bitmeyerek yeniden onarılıyor güya. Baştan sona yanlış. Ben olsam o hattı tamamen yer altına alırdım. O hat üzerindeki Bostancı, Göztepe, Feneryolu, Erenköy gibi semtlerin altına da büyük otoparklar yapardım ve o bölgenin insanlarına bir kolaylık sağlardım. Apartman önlerine ve kenarlarına park etmelerinin önüne geçerdim. Sokaklar özgürleşirdi. Tren hattının olduğu kısmı da yeşil alana dönüştürür, Haydarpaşa’dan Bostancı’ya kadar bisiklet yolu yaptırarak alternatif ulaşım yolu oluşturur, spor alanları yapar ve çocukların, büyüklerin ihtiyaçlarına uygun parklar-bahçeler yaratırdım. Belediyeciliği bilmeyen, kent kültürünü bilmeyen, kentleşmenin önemini inşaat olarak algılayan insanlar başa gelirse ve kendi banka hesaplarına göre kenti yönetirseler, biz Alzheimer oluruz işte.

Sizin bir de bölgemizdeki bu istasyon binalarına dair bir müze öneriniz vardı. Tam olarak nasıl bir proje bu ve ne durumda?

Kadıköy Belediyesi, Selami Başkan zamanında benim görüşlerime çok önem verirdi. Öyle ki, Barış Manço’nun evinin müze olması için önerime de kulak verdi. Yoksa o güzel Barış Manço hatırası elden gidiyordu. Sağ olsun, Selami Başkan kulak verdi bize. Sonra “Gel meclis kararlarımızda sen de ol” dedi. İstasyonlarımız  konusu da o zamana rastlar. Bu istasyon güzergahımız çok tarihi bir yer. İstanbul-Bağdat hattı orası. Bu hattın yeniden yapılandırılması gündeme geldiğinde “Eyvah” dedim, “Tarihi istasyonlar yıkılacak!” Yıkılmaması için meclis kararı çıkarttırdım. Şunu söyledik meclis kararları içinde: “Kadıköy sınırları içinde kalacak olan altı adet tren istasyonu Kadıköylülerindir.” Bu istasyonlarda kimler iner binerdi: Erenköylüler, Kızıltopraklılar, Göztepeliler… Bu insanlar Kadıköylüler, demek ki istasyonlar da o mahallelilerin, o semtlilerin malı. Ulaştırma Bakanlığı bu insanlara hizmet için var. Aslolan Göztepe’de yaşayan, Erenköy’de yaşayan, Kızıltoprak’ta yaşayanlardır. Kısaca, aslolan insandır. Ulaştırma Bakanlığı, bu altı istasyonu kullanılmaz hala getirdiğinde hafızamız gider. Bu altı istasyon, Kadıköy’ün bir hafızası olmalı ve müzeye dönüştürülmeli. Çünkü müzeler, toplumların hafızasıdır. Ve bu kararı çıkarttık. Dikkat edin, Kadıköy’deki istasyonlar yıkılmadı. Şimdi sıra şu anki Kadıköy Belediyesi yönetiminde. Belediyemiz bu istasyonlara sahip çıkmalı ve asla başka amaçlarla kullanmamalıdır. Bu istasyonlar müzeye dönüştürülmelidir. Bu mücadeleyi biz verdik.

Kadıköy, bir müze adası olmalıdır. Kadıköy’ün kültür politikalarına ihtiyacı vardır, imar politikalarına değil. Kadıköy’ün nüfusu aydın, çağdaş, okuyan insanların yurdudur. Bu nüfusa inşaat değil, kültür yatırımları gerek. Kadıköy, inşaat şantiyesine dönüştü. İnşaat şantiyelerine girmek yasaktır ve tehlikelidir. Alın işte Kadıköy, koca bir inşaat şantiyesi! Nasıl can güvenliğimiz olsun burada. Nasıl girelim bu sokaklara, caddelere. İnsanlarımız bu inşaat alanı içinde yaşıyor. Çocuklarımız bu şantiyelerin olduğu sokakların içinde. Kaç tane büyüğümüz, yaşlılarımız bu şantiyelerin içinde can verdi biliyor musunuz? Bu insanlar Kadıköy’de faytonları görmüşlerdi, sahilinde yüzmüşlerdi. Hayatlarının son günlerini büyük bir ses gürültüsü, toz gürültüsü içinde geçirdiler, geçiriyorlar. Bu insanlarımız bugünleri hak etmedi. Bu büyük bir cinayet. Birileri zengin olacak diye bölgemiz büyük bir yalanın içine itildi. İstanbul’un en sağlam evleri merak etmeyin Kadıköy’dedir. Zeminimiz de fevkalade iyidir, merak etmesin kimse. Eğer amaç depreme karşı korunmaksa, Ümraniyelilerin suçu ne? Neden onları depremden korumuyoruz amcamız buysa. Oradaki insanların depremden korunmaya hakları yok mu? Çünkü neden, oraya yapamazlar kentsel dönüşüm yalanını, orası çok para etmez çünkü. Kadıköy para eder. Demek ki neymiş, mesele deprem falan değilmiş. Mesele cepmiş, cep!

Son sorumuz, adınızın Kadıköy Belediye Başkanlığı için anıldığını duyduk. Var mı böyle bir durum?

Kadıköy’ün ilk belediye başkanı, ilk müzecimiz Osman Hamdi Bey’dir. O yapmışsa, bir müzeci olarak ben de yaparım demek ki. Şaka bir yana, ben bir sanatçıyım. Düşüncelerimle bir şeyler yapmaya çalışıyorum. Kendi sırça köşkümde oturup, kitabım basıldığında ortaya çıkıp reklam yapan kişilerden değilim. Hayatla, sokakla her daim iç içeyim. Evim de adresim de belli, insanlar gelsin ben ne yapılması gerektiğini seve seve anlatırım. Bilgilerimi paylaşayım, bir dinlesinler. Kadıköy’ün neye ihtiyacı olduğunu çok ama çok iyi biliyorum, İstanbul’un da biliyorum. Kadıköy’ün genç insanlara, genç beyinlere ihtiyacı var. Genç bir kişi aday olsun, ben de sonuna kadar kendisine destek olurum. Ama son tahlilde illa ki sen derseler de elimi taşına altına fazlasıyla koyarım.

k iletişim yayınları

Beğenebileceğiniz Diğer Haberler

Bir yorum bırakın